28 Temmuz 2025 Pazartesi

1.1 #beşebeş

 mayıs 2025 - 1                                               

Altıncı hissimin kuvvetli olduğuna hep inandım. Fakat bunu kime söylesem, yüzlerinde oluşan o inançsız ve küçümseyici - mühendis çevrelerinde sıkça karşılaşılan, sayılarla ve somut neden sonuç ilişkileriyle açıklanamayacak her şeye karşı takınılan - bakışla birlikte konu tamamen kapanırdı. Sahip olduğum şey için en doğru tanım “altıncı his” midir, ona ben de emin değilim. Belki de farklı bir isim koymam, bir teoremin altına sıkıştırmam gerekiyordur. Yine de, adına ne dersem diyeyim, hayatımın dönüm noktası sayılabilecek olayları hep önceden hissetmişimdir. Elbette geleceği görmek gibi fantastik bir fenomen değil bu. Olaylara yaklaştıkça, ve olayın karakterine göre değişen, üstüme çöken bir ağırlık, içten gelen bir heyecan ya da huzursuzluk daha çok. Sabah uyandığımda yoktan var olan bir his. Newton’ın öldüğü gün öyle olmuştu örneğin; kuyruğunun koluma çarpıp durmasına ve bıyıklarının boynumu gıdıklamasına uyandığım halde, bir anda içimde beliren karanlığa yenik düşüp ağlamaya başlamıştım. Uyku ve uyanıklık arasında yarım saat, kedimin kafasını okşarken hıçkırıklara boğulmama ne ben ne de Newton bir anlam verebilmiştik.


18 Mayıs sabahı gözümü açtığımda da böyle açıklanamaz, fakat tanıdık bir his kapandı üstüme. Kötü bir işaret değildi kesinlikle, daha dingin fakat yine de beni tüm gün diken üstünde tutmaya yetecek derecede rahatsızlık vericiydi. Sabahın büyük bir kısmını bir şeyi unuttuğumu düşünerek geçirdim; takvimime baktım, telefonumdaki notları ve ajandamı gözden geçirdim,  e-postalarımı - en az üç kere - baştan okudum. Tüm faturaların ve kredi kartlarımın son ödeme tarihlerini, belki bir şeyler çağrışım yapar diye de tüm banka hesaplarımın son iki haftalık hareketlerini kontrol ettim. Kahvaltı yaparken annemi, bulaşık yıkarken de kardeşimi aradım. Yok.


“İnanılmaz gerçekten,” dedim bilgisayarımı son kapatışımda. Ayağa kalktığımda bacaklarımın karıncalandığını fark ettim. Neredeyse kırk beş dakikadır mutfakla salonu ayıran adanın oldukça rahatsız bar sandalyesinde oturuyordum, ekrana nasıl odaklandıysam gözlerim de biraz bulanmıştı. Uzun bir “of” çıktı ağzımdan. “İlk defa yapacak hiçbir şeyim yok ama bir şey unuttuğuma eminim.” 


Mert kafasını tabletinden kaldırıp bana baktı, sabahtan beri evin içinde koşturmamdan bıktığı her halinden belliydi. “Aşkım, yeter artık.”


Kendimi çekyata attım. Aklımdaki listenin tekrar üzerinden geçmeye başladım, her şeyi kontrol ettiğimden emin olmak için. Tezimle ilgili bir şey yapmam gerekmiyordu. Kimsenin doğum günü ya da yıldönümü değildi, veya kimseyle görüşmek için sözleşmemiştik - Aylin’in evindeki akşam yemeği planı hariç. Yaklaşan herhangi bir ödeme ya da teslim yoktu. Listede daha fazla madde olduğuna emindim, ama çekyatın kumaşı bacağımı o kadar kaşındırıyordu ki düşünemiyordum. Her gün saatlerce oturduğum koltuk bu sefer sanki etimi yiyormuş gibi hissediyordum. Daha dün alışveriş yapmıştık, eve de alınacak bir şey yoktu. Neyi gözden kaçırıyordum? Regl olmama da daha en az iki hafta vardı.


“Özlem.”


Mert’in hala bana baktığını, bana seslenince fark ettim. Yüzünde sinirli gibi algılanabilecek bir ifade vardı, fakat öyle olmadığını biliyordum. Benim rahatsızlığımın ona yansımasıydı sadece. İlişkimizin belki de en sorun yaratan kısmı, Mert’in bu ileri düzey empatisiydi. Her duygum iki kişilikti, benim değil bizimdi, günlerimiz benim ruh halimle paraleldi her zaman. 


“Özür dilerim,” cümlesi çıktı ağzımdan, bir nevi refleksti artık. “Garip bir his var içimde sadece, çözemiyorum.”


“Biliyorum, ama kendini yoruyorsun sabahtan beri.”


Yüzü yumuşadı hemen. Tabletini kenardaki sehpanın üstüne bırakıp yanıma oturdu, tek kolunu omzuma atıp kendine çekti beni - bu da onun refleksiydi elbette. Reflekslerden oluşan bir rutindi: göğsüne yaslandım, elini saçıma götürüp başımın üstünü öptü, kokusunu içime çektim. Bu “rutin”in vücudumda yarattığı etki hep garip gelirdi; sanki kokusunun ciğerlerime yayıldığını, kanıma geçtiğini, her hücremin duvarına dayanıp beni baştan ayağa ele geçirdiğini hissedebiliyordum. Üniversitede aldığım psikoloji dersinden beri kokulara daha çok dikkat eder olmuştum. Hafızayla olan ilişkisi - kokuların daha dokunulmamış anıları hatırlatması, canlandırması - ilgimi çekmişti, ve merak etmiştim, Mert’in kokusu bana neyi anımsatıyordu da her içime çektiğimde kendimi, bir bozuk para boyutuna küçülüp hayatımı onun boynuna asılı geçirme isteğiyle dolmuş buluyordum? Bu soruya cevap aramayı uzun zaman önce bırakmış olsam da, tekrar aklımdan geçirmek yine ufak rutinimizin bir parçasıydı.


“Kabus falan görmüşsündür belki, hatırlamıyorsundur. İlla bir şeyi unuttun demek değil.”


Biraz geri çekildim. Ellerimi yüzüme götürüp gözlerimi ovuşturdum, hatta daha çok gözlerime bastırdım, sonra şakaklarıma doğru gerdim yanaklarımı - derin bir iç çekiş eşliğinde. “Belki. Bilmiyorum, diken üstündeyim biraz niyeyse.”


Yavaşta kolumu okşadı, birkaç kez. “İstersen bir duş al, rahatlarsın. Saat de üçe geliyor zaten.”


“Üç mü? Şaka yapıyorsun.” dedim saate bakmak için telefonuma uzanırken. 14.48. Kendimi bir “his”e kaptırıp günü yarılamıştım neredeyse, zamanın zerre farkında değildim. Telefonumda birikmiş bildirimleri - alışveriş uygulamalarından kampanya haberleri,   bankalardan kredi teklifleri, annemin gönderdiği tarif videoları - tek tek kenara kaydırıp sildim; bunu yaparken bir yandan günün kalanını kafamda planlamaya çalıştım. 


“Kaçta çıkarız evden?” 


“Beş gibi?” dedi onay beklercesine. “Celal Bayar’da trafik olabilir biraz, Kızılay’dan hayatta geçemeyiz zaten.” 


Kafa salladım. Evden her çıkışımızda, tüm alternatif yolları ve trafik olasılıklarını düşünmek için harcadığımız çaba çok yorucu bir hal almıştı. Yaşadığın şehrin bir noktasından diğerine gidememek, ya da gitmek fakat gitmemiş olmayı dilemek, gelecek planlarım arasında olmamıştı hiçbir zaman. Avrupa’nın küçük bir üniversite şehrinde, ulaşımımın tümüyle yürümek ve bisiklet sürmekten oluşacağı, stereotipik derecede huzurlu bir hayat hayal ederdim. Elbette insan yaşamının her cephesinde hayallerine ulaşamıyor, ve bir şekilde hayaller birbirini kompanse ediyor. 


Trafiği böylesine dert eden tek ben değildim. Aylin, şehir içinde kara yolu kullanma fikrini bütünüyle rafa kaldırmıştı örneğin. İki sene önce arabasını satıp, şehrin merkezinde, metroya tam sekiz dakikalık bir yürüme mesafesinde - hiçbir şekilde yokuş çıkmasına gerek kalmadan, ki bunun da oldukça önemli bir kriter olduğunu söylemişti - bir eve taşınmıştı. Ne var ki, misafir ağırlamayı kendine kişilik belirlemiş bir insanın araba kullanan misafirleri için işleri bu kadar zorlaştırması da biraz ironikti. Trafikten, sokakların darlığından yahut park yeri sıkıntısından yakınan herkesi, “Siz Ankara’da yaşamıyorsunuz, asıl Ankara burası bir kere.” gibisinden yavan bir savunmayla susturmaya alışmıştı.


Biz de alışmıştık. Artık söylenmiyor, sadece evden yarım saat daha erken çıkıyorduk.


“O zaman ben duşa girip hazırlanayım.” dedim ayaklanırken. Elimi yakalayıp kendine doğru çekti, varlığı yokluğu bir olan bir öpücük kondurdu dudağıma. Gülümsedim. Ben de seni seviyorum.

1.1 #beşebeş

  mayıs 2025 - 1                                                Altıncı hissimin kuvvetli olduğuna hep inandım. Fakat bunu kime söyle...