öylece oturuyor saatlerdir. koltuğun öbür ucunda, bir tek elimi uzatsam dokunacağım; oysa burada değil, hiç değil, o yine kaşlarını çatmış, boynu birkaç inçlik ekrana bakmaktan eğri büğrü, benim varlığımı sezmekten aciz bir keyfiyet… dönmüş içine. cüssesiyle salonda yer kaplıyorsa da tüm duyuları yalnızca kendini dinliyor tam şu an, dedim ya, burada değil, hiç değil. olsa hissederdim tenimde. elini elimde. elini yüzümde, belimde, göğsümde, kolumda, bacağımda, her uzvumda. burada olsa, tümüyle, yalnızca bedeniyle değil ruhuyla ve zihniyle ve kalbiyle burada olsa, bana dokunmadan duramazdı.
nefesi benim onun. kalbinin atışı benim.
yahut bendim. bir zamanlar. üç saat önce misal. ha, yine
olacağım elbet; elbet dönecek buraya, özür dileyecek – ki bu tekrar gitmeyeceği
anlamına asla gelmedi, gelmeyecek. fakat ne olursa olsun, nereye giderse
gitsin.
nefesi benim. kalbinin atışı benim onun. taptığı tanrı
benim.
uzundur onu izlediğimi fark ediyorum. saçının alnına
düşüşünü, içine çektiği havayla göğsünün yükselmesini, ardından inmesini,
belirsiz aralıklarla sayıklamasını, söylenmesini; yazılmış en iyi kitapmış gibi
okuduğumu, çekilmiş en iyi filmmiş gibi seyrettiğimi ansıyorum. birden
sinirleniyorum kendime. ve ona.
yanımdaki, üstü su lekesi dolu sehpadan bir sigara alıp
yakıyorum. sinirim geçmiyor.
“ne bu yine?” diyorum sessizliği bozarak. sesim, daha bir
saat evvel boşalttığım küllükteki bir, iki, üç, dört sigaradan ve uzun süreli
suskunluktan olsa gerek; cızırtılı ve kaba çıkıyor.
yavaşça kafasını kaldırıp boş bakışlarını benim olduğum
tarafa yöneltiyor. “ne?”
“aynı oyunu mu oynayacağız?”
“ne oyunu?”
“bilmiyorsun sanki.”
“neyi bilmiyorum?”
“soru sorma artık!”
bağırınca sesim açılıyor. sigaradan bir nefes daha alıyorum.
“burada değilmişim gibi davranıyorsun kaç saattir.” ağzımdan çıkan bu cümleyle,
istemsiz bir yumuşama sarıyor bedenimi. her daim olduğu gibi. bir anlık
yükseliş, bir anlık düşüş. bir anlık sinir, bir anlık aşk. bir anlık muhtaçlık;
onun ilgisine, sevgisine, onayına, hayran bir bakışına muhtaç olduğumu
hatırlatan. onun kırılganlığını, benim boşluğumu yüzüme çarpıyor son birkaç
saniye.
“haber okuyorum.” diyor dediğimi duymamışçasına ve lanetli
yurdumuzun en güncel lanetlerini saymaya başlıyor. seksen bir ilin her birini
sayıyor sanki. dört köşe, yedi bölge bir ülke. şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış
köşesi, ortadaki koca bir çaresizlik. felaketler dilimize tekerleme olmuş.
bilmem kaçıncı haberde sözünü kesiyorum. “umrumda değil
artık.”
sussun diye yalan söylüyorum. geriliyor. bana bakışında bir
yargılama, bir ıraksama görüyorum. “bizi de etkiliyor.” diyor düz bir sesle. o
kadar çok haber okumuş ki, bir ulusal kanal spikeriyle konuştuğumu
hissediyorum. biraz da hüzün var tonunda, hayal kırıklığı ve sinir.
“beni değil.”
“farklı ülkede mi yaşıyorsun?”
“bıktım.”
“kalmayı sen istedin.”
susuyorum. söylediklerimi değil, düşündüklerimi anlaması
gerek. yalanlarımın ardını görmesi. kalmayı ben istedim elbet; doğduğum, aşık
olduğum, nefret ettiğim, boğulduğum şehre yerleşmeyi ben istedim. her an yerle
bir olabilecek bu şehrin insanı olmayı seçmemiştim, yalnızca olmuştum. terk
edememeyi; ailemi, çocukluğumu, ergenliğimi, yazılarımı terk edememeyi ben
seçmemiştim. ben, kendimi, kalmaya itmiştim öylece. bunlar farkında olduğum
gerçeklerdi.
onun farkında olduğu gerçekler de yıllardır gözünün
önündeydi. tüm yalanlarımın sakladığı gerçekler, tam da yanı başında, her gece
yatağının öbür ucundaydı.
bizi de etkiliyor elbet. beni de.
bıktım.
“çok duyarsız davranıyorsun. hiç mi rahatsız etmiyor ülkenin
hali?”
yeniden, yoğun bir öfke bastırıyor. elimdeki yarım sigarayı
söndürüyorum, gözünün içine bakıyorum. “ne yapayım? sen ne yapıyorsun ki? çok
duyarlısın ya, çok umurunda ya her şey. kıçını koltuktan ayırmadan haber
okumanın ne yararı var ülkeye, insanlara?”
cevap yok. burnundan verdiği nefesi duyuyorum sadece.
“hiçbirimiz süper
kahraman değiliz.” oturarak sürdüremiyorum bu konuşmayı. uzuvlarımı alev
sarıyor, sağ bacağımın olduğu yerde zıplamasını engelleyemiyorum. ayağa
kalkıyorum hızlıca, ardından bir karartı kaplıyor görüşümü. demir hapımı almayı
unuttum. b12’yi de.
durumun komikliğine gülüyorum. unutmamak için aldığım hapı
unutmamayı unutuyorum. Unutkanlık ırsi olsa gerek. onlarca jenerasyon geriye
dayanıyor, öyle ki tüm millet aynı dertten muzdarip.
“komik olan ne?”
odanın gerçekliğine dönüyorum. “boşver.”
“tek bildiğin o zaten. boşvermek.”
mutfağa yöneliyorum. keşke hiç bozmasaydım sessizliği
diyorum içimden.
hep aynı hatayı yapmasaydım, sessizliği ve yalnızlığı ben’in
bir parçası olarak kabul etseydim, kendime yenilmeseydim, muhtaç olmasaydım,
geçmişte ve şimdi ve gelecekte, yıllar önce de sessizliği bozmasaydım, o gece
kapısına gitmeseydim, ülkemi geride bırakabilseydim, en başından ne yapmak
istediğimi ve önümdeki yolu görebilseydim. -seydim, -saydım. şartın hikayesi. benim
hikayem.
“bir de kaçmak!” diye bağırıyor arkamdan.
hah.
tam kapının eşiğindeyim o bunu haykırırken. hemen yanımda
bir sehpa var; nereye koyacağımızı bilmediğimiz bütün ıvır zıvırı, bilmem kaç
senesinde tatil köyünden aldığımız şekilsiz bibloyu, sonrasında hiç
görüşmediğim üniversite arkadaşımın nikah şekerini, annemin zorla aldırdığı
bereket fillerini rastgele koymuşuz üstüne. elim en büyük file uzanıyor, tüm
sinirimi kusarcasına salonun tam ortasına fırlatıyorum.
fil, “etnik” desenli halının üstünde paramparça olup can
vermişken, onun yüzündeki karışık ifadeyi görüyorum. beklemiyordu. ama
şaşırmadı.
“bereketini sikeyim.”
tek bir söz çıkmıyor ağzından.
mutfağa gidiyorum. haplarım ekmekliğin üstünde duruyor. gördüğüm
ilk bardağı çeşmeye tutuyorum.
sular kesilmiş.
öylece bırakıyorum lavaboya, bardak da paramparça oluyor.
haplarımı kuru kuru yutuyorum.
lavabodaki kırıkları toplamıyorum. salondaki kırıkları da
toplamayacağım.
onun yanına geri dönüyorum. filin cesedine saygımdan, üstüne
basmamak için koltuğun arkasından dolaşıyorum. odaya girdiğim andan itibaren
gözünü benden ayırmıyor. dikiliyorum başına, bu kadar yakınındayken, çok daha
net gördüğümü fark ediyorum.
gözlüğümü takmayı unutmuşum.
“hadi.” diyorum elimi uzatıp. “gel sevişelim. unuturuz
öyle.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder