28 Temmuz 2025 Pazartesi

1.1 #beşebeş

 mayıs 2025 - 1                                               

Altıncı hissimin kuvvetli olduğuna hep inandım. Fakat bunu kime söylesem, yüzlerinde oluşan o inançsız ve küçümseyici - mühendis çevrelerinde sıkça karşılaşılan, sayılarla ve somut neden sonuç ilişkileriyle açıklanamayacak her şeye karşı takınılan - bakışla birlikte konu tamamen kapanırdı. Sahip olduğum şey için en doğru tanım “altıncı his” midir, ona ben de emin değilim. Belki de farklı bir isim koymam, bir teoremin altına sıkıştırmam gerekiyordur. Yine de, adına ne dersem diyeyim, hayatımın dönüm noktası sayılabilecek olayları hep önceden hissetmişimdir. Elbette geleceği görmek gibi fantastik bir fenomen değil bu. Olaylara yaklaştıkça, ve olayın karakterine göre değişen, üstüme çöken bir ağırlık, içten gelen bir heyecan ya da huzursuzluk daha çok. Sabah uyandığımda yoktan var olan bir his. Newton’ın öldüğü gün öyle olmuştu örneğin; kuyruğunun koluma çarpıp durmasına ve bıyıklarının boynumu gıdıklamasına uyandığım halde, bir anda içimde beliren karanlığa yenik düşüp ağlamaya başlamıştım. Uyku ve uyanıklık arasında yarım saat, kedimin kafasını okşarken hıçkırıklara boğulmama ne ben ne de Newton bir anlam verebilmiştik.


18 Mayıs sabahı gözümü açtığımda da böyle açıklanamaz, fakat tanıdık bir his kapandı üstüme. Kötü bir işaret değildi kesinlikle, daha dingin fakat yine de beni tüm gün diken üstünde tutmaya yetecek derecede rahatsızlık vericiydi. Sabahın büyük bir kısmını bir şeyi unuttuğumu düşünerek geçirdim; takvimime baktım, telefonumdaki notları ve ajandamı gözden geçirdim,  e-postalarımı - en az üç kere - baştan okudum. Tüm faturaların ve kredi kartlarımın son ödeme tarihlerini, belki bir şeyler çağrışım yapar diye de tüm banka hesaplarımın son iki haftalık hareketlerini kontrol ettim. Kahvaltı yaparken annemi, bulaşık yıkarken de kardeşimi aradım. Yok.


“İnanılmaz gerçekten,” dedim bilgisayarımı son kapatışımda. Ayağa kalktığımda bacaklarımın karıncalandığını fark ettim. Neredeyse kırk beş dakikadır mutfakla salonu ayıran adanın oldukça rahatsız bar sandalyesinde oturuyordum, ekrana nasıl odaklandıysam gözlerim de biraz bulanmıştı. Uzun bir “of” çıktı ağzımdan. “İlk defa yapacak hiçbir şeyim yok ama bir şey unuttuğuma eminim.” 


Mert kafasını tabletinden kaldırıp bana baktı, sabahtan beri evin içinde koşturmamdan bıktığı her halinden belliydi. “Aşkım, yeter artık.”


Kendimi çekyata attım. Aklımdaki listenin tekrar üzerinden geçmeye başladım, her şeyi kontrol ettiğimden emin olmak için. Tezimle ilgili bir şey yapmam gerekmiyordu. Kimsenin doğum günü ya da yıldönümü değildi, veya kimseyle görüşmek için sözleşmemiştik - Aylin’in evindeki akşam yemeği planı hariç. Yaklaşan herhangi bir ödeme ya da teslim yoktu. Listede daha fazla madde olduğuna emindim, ama çekyatın kumaşı bacağımı o kadar kaşındırıyordu ki düşünemiyordum. Her gün saatlerce oturduğum koltuk bu sefer sanki etimi yiyormuş gibi hissediyordum. Daha dün alışveriş yapmıştık, eve de alınacak bir şey yoktu. Neyi gözden kaçırıyordum? Regl olmama da daha en az iki hafta vardı.


“Özlem.”


Mert’in hala bana baktığını, bana seslenince fark ettim. Yüzünde sinirli gibi algılanabilecek bir ifade vardı, fakat öyle olmadığını biliyordum. Benim rahatsızlığımın ona yansımasıydı sadece. İlişkimizin belki de en sorun yaratan kısmı, Mert’in bu ileri düzey empatisiydi. Her duygum iki kişilikti, benim değil bizimdi, günlerimiz benim ruh halimle paraleldi her zaman. 


“Özür dilerim,” cümlesi çıktı ağzımdan, bir nevi refleksti artık. “Garip bir his var içimde sadece, çözemiyorum.”


“Biliyorum, ama kendini yoruyorsun sabahtan beri.”


Yüzü yumuşadı hemen. Tabletini kenardaki sehpanın üstüne bırakıp yanıma oturdu, tek kolunu omzuma atıp kendine çekti beni - bu da onun refleksiydi elbette. Reflekslerden oluşan bir rutindi: göğsüne yaslandım, elini saçıma götürüp başımın üstünü öptü, kokusunu içime çektim. Bu “rutin”in vücudumda yarattığı etki hep garip gelirdi; sanki kokusunun ciğerlerime yayıldığını, kanıma geçtiğini, her hücremin duvarına dayanıp beni baştan ayağa ele geçirdiğini hissedebiliyordum. Üniversitede aldığım psikoloji dersinden beri kokulara daha çok dikkat eder olmuştum. Hafızayla olan ilişkisi - kokuların daha dokunulmamış anıları hatırlatması, canlandırması - ilgimi çekmişti, ve merak etmiştim, Mert’in kokusu bana neyi anımsatıyordu da her içime çektiğimde kendimi, bir bozuk para boyutuna küçülüp hayatımı onun boynuna asılı geçirme isteğiyle dolmuş buluyordum? Bu soruya cevap aramayı uzun zaman önce bırakmış olsam da, tekrar aklımdan geçirmek yine ufak rutinimizin bir parçasıydı.


“Kabus falan görmüşsündür belki, hatırlamıyorsundur. İlla bir şeyi unuttun demek değil.”


Biraz geri çekildim. Ellerimi yüzüme götürüp gözlerimi ovuşturdum, hatta daha çok gözlerime bastırdım, sonra şakaklarıma doğru gerdim yanaklarımı - derin bir iç çekiş eşliğinde. “Belki. Bilmiyorum, diken üstündeyim biraz niyeyse.”


Yavaşta kolumu okşadı, birkaç kez. “İstersen bir duş al, rahatlarsın. Saat de üçe geliyor zaten.”


“Üç mü? Şaka yapıyorsun.” dedim saate bakmak için telefonuma uzanırken. 14.48. Kendimi bir “his”e kaptırıp günü yarılamıştım neredeyse, zamanın zerre farkında değildim. Telefonumda birikmiş bildirimleri - alışveriş uygulamalarından kampanya haberleri,   bankalardan kredi teklifleri, annemin gönderdiği tarif videoları - tek tek kenara kaydırıp sildim; bunu yaparken bir yandan günün kalanını kafamda planlamaya çalıştım. 


“Kaçta çıkarız evden?” 


“Beş gibi?” dedi onay beklercesine. “Celal Bayar’da trafik olabilir biraz, Kızılay’dan hayatta geçemeyiz zaten.” 


Kafa salladım. Evden her çıkışımızda, tüm alternatif yolları ve trafik olasılıklarını düşünmek için harcadığımız çaba çok yorucu bir hal almıştı. Yaşadığın şehrin bir noktasından diğerine gidememek, ya da gitmek fakat gitmemiş olmayı dilemek, gelecek planlarım arasında olmamıştı hiçbir zaman. Avrupa’nın küçük bir üniversite şehrinde, ulaşımımın tümüyle yürümek ve bisiklet sürmekten oluşacağı, stereotipik derecede huzurlu bir hayat hayal ederdim. Elbette insan yaşamının her cephesinde hayallerine ulaşamıyor, ve bir şekilde hayaller birbirini kompanse ediyor. 


Trafiği böylesine dert eden tek ben değildim. Aylin, şehir içinde kara yolu kullanma fikrini bütünüyle rafa kaldırmıştı örneğin. İki sene önce arabasını satıp, şehrin merkezinde, metroya tam sekiz dakikalık bir yürüme mesafesinde - hiçbir şekilde yokuş çıkmasına gerek kalmadan, ki bunun da oldukça önemli bir kriter olduğunu söylemişti - bir eve taşınmıştı. Ne var ki, misafir ağırlamayı kendine kişilik belirlemiş bir insanın araba kullanan misafirleri için işleri bu kadar zorlaştırması da biraz ironikti. Trafikten, sokakların darlığından yahut park yeri sıkıntısından yakınan herkesi, “Siz Ankara’da yaşamıyorsunuz, asıl Ankara burası bir kere.” gibisinden yavan bir savunmayla susturmaya alışmıştı.


Biz de alışmıştık. Artık söylenmiyor, sadece evden yarım saat daha erken çıkıyorduk.


“O zaman ben duşa girip hazırlanayım.” dedim ayaklanırken. Elimi yakalayıp kendine doğru çekti, varlığı yokluğu bir olan bir öpücük kondurdu dudağıma. Gülümsedim. Ben de seni seviyorum.

17 Şubat 2023 Cuma

bir oda tiyatrosu

öylece oturuyor saatlerdir. koltuğun öbür ucunda, bir tek elimi uzatsam dokunacağım; oysa burada değil, hiç değil, o yine kaşlarını çatmış, boynu birkaç inçlik ekrana bakmaktan eğri büğrü, benim varlığımı sezmekten aciz bir keyfiyet… dönmüş içine. cüssesiyle salonda yer kaplıyorsa da tüm duyuları yalnızca kendini dinliyor tam şu an, dedim ya, burada değil, hiç değil. olsa hissederdim tenimde. elini elimde. elini yüzümde, belimde, göğsümde, kolumda, bacağımda, her uzvumda. burada olsa, tümüyle, yalnızca bedeniyle değil ruhuyla ve zihniyle ve kalbiyle burada olsa, bana dokunmadan duramazdı.

nefesi benim onun. kalbinin atışı benim.

yahut bendim. bir zamanlar. üç saat önce misal. ha, yine olacağım elbet; elbet dönecek buraya, özür dileyecek – ki bu tekrar gitmeyeceği anlamına asla gelmedi, gelmeyecek. fakat ne olursa olsun, nereye giderse gitsin.

nefesi benim. kalbinin atışı benim onun. taptığı tanrı benim.

uzundur onu izlediğimi fark ediyorum. saçının alnına düşüşünü, içine çektiği havayla göğsünün yükselmesini, ardından inmesini, belirsiz aralıklarla sayıklamasını, söylenmesini; yazılmış en iyi kitapmış gibi okuduğumu, çekilmiş en iyi filmmiş gibi seyrettiğimi ansıyorum. birden sinirleniyorum kendime. ve ona.

yanımdaki, üstü su lekesi dolu sehpadan bir sigara alıp yakıyorum. sinirim geçmiyor.

“ne bu yine?” diyorum sessizliği bozarak. sesim, daha bir saat evvel boşalttığım küllükteki bir, iki, üç, dört sigaradan ve uzun süreli suskunluktan olsa gerek; cızırtılı ve kaba çıkıyor.

yavaşça kafasını kaldırıp boş bakışlarını benim olduğum tarafa yöneltiyor. “ne?”

“aynı oyunu mu oynayacağız?”

“ne oyunu?”

“bilmiyorsun sanki.”

“neyi bilmiyorum?”

“soru sorma artık!”

bağırınca sesim açılıyor. sigaradan bir nefes daha alıyorum. “burada değilmişim gibi davranıyorsun kaç saattir.” ağzımdan çıkan bu cümleyle, istemsiz bir yumuşama sarıyor bedenimi. her daim olduğu gibi. bir anlık yükseliş, bir anlık düşüş. bir anlık sinir, bir anlık aşk. bir anlık muhtaçlık; onun ilgisine, sevgisine, onayına, hayran bir bakışına muhtaç olduğumu hatırlatan. onun kırılganlığını, benim boşluğumu yüzüme çarpıyor son birkaç saniye.

“haber okuyorum.” diyor dediğimi duymamışçasına ve lanetli yurdumuzun en güncel lanetlerini saymaya başlıyor. seksen bir ilin her birini sayıyor sanki. dört köşe, yedi bölge bir ülke. şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, ortadaki koca bir çaresizlik. felaketler dilimize tekerleme olmuş.

bilmem kaçıncı haberde sözünü kesiyorum. “umrumda değil artık.”

sussun diye yalan söylüyorum. geriliyor. bana bakışında bir yargılama, bir ıraksama görüyorum. “bizi de etkiliyor.” diyor düz bir sesle. o kadar çok haber okumuş ki, bir ulusal kanal spikeriyle konuştuğumu hissediyorum. biraz da hüzün var tonunda, hayal kırıklığı ve sinir.

“beni değil.”

“farklı ülkede mi yaşıyorsun?”

“bıktım.”

“kalmayı sen istedin.”

susuyorum. söylediklerimi değil, düşündüklerimi anlaması gerek. yalanlarımın ardını görmesi. kalmayı ben istedim elbet; doğduğum, aşık olduğum, nefret ettiğim, boğulduğum şehre yerleşmeyi ben istedim. her an yerle bir olabilecek bu şehrin insanı olmayı seçmemiştim, yalnızca olmuştum. terk edememeyi; ailemi, çocukluğumu, ergenliğimi, yazılarımı terk edememeyi ben seçmemiştim. ben, kendimi, kalmaya itmiştim öylece. bunlar farkında olduğum gerçeklerdi.

onun farkında olduğu gerçekler de yıllardır gözünün önündeydi. tüm yalanlarımın sakladığı gerçekler, tam da yanı başında, her gece yatağının öbür ucundaydı.

bizi de etkiliyor elbet. beni de.

bıktım.

“çok duyarsız davranıyorsun. hiç mi rahatsız etmiyor ülkenin hali?”

yeniden, yoğun bir öfke bastırıyor. elimdeki yarım sigarayı söndürüyorum, gözünün içine bakıyorum. “ne yapayım? sen ne yapıyorsun ki? çok duyarlısın ya, çok umurunda ya her şey. kıçını koltuktan ayırmadan haber okumanın ne yararı var ülkeye, insanlara?”

cevap yok. burnundan verdiği nefesi duyuyorum sadece.

 “hiçbirimiz süper kahraman değiliz.” oturarak sürdüremiyorum bu konuşmayı. uzuvlarımı alev sarıyor, sağ bacağımın olduğu yerde zıplamasını engelleyemiyorum. ayağa kalkıyorum hızlıca, ardından bir karartı kaplıyor görüşümü. demir hapımı almayı unuttum. b12’yi de.

durumun komikliğine gülüyorum. unutmamak için aldığım hapı unutmamayı unutuyorum. Unutkanlık ırsi olsa gerek. onlarca jenerasyon geriye dayanıyor, öyle ki tüm millet aynı dertten muzdarip.

“komik olan ne?”

odanın gerçekliğine dönüyorum. “boşver.”

“tek bildiğin o zaten. boşvermek.”

mutfağa yöneliyorum. keşke hiç bozmasaydım sessizliği diyorum içimden.

hep aynı hatayı yapmasaydım, sessizliği ve yalnızlığı ben’in bir parçası olarak kabul etseydim, kendime yenilmeseydim, muhtaç olmasaydım, geçmişte ve şimdi ve gelecekte, yıllar önce de sessizliği bozmasaydım, o gece kapısına gitmeseydim, ülkemi geride bırakabilseydim, en başından ne yapmak istediğimi ve önümdeki yolu görebilseydim. -seydim, -saydım. şartın hikayesi. benim hikayem.

“bir de kaçmak!” diye bağırıyor arkamdan.

hah.

tam kapının eşiğindeyim o bunu haykırırken. hemen yanımda bir sehpa var; nereye koyacağımızı bilmediğimiz bütün ıvır zıvırı, bilmem kaç senesinde tatil köyünden aldığımız şekilsiz bibloyu, sonrasında hiç görüşmediğim üniversite arkadaşımın nikah şekerini, annemin zorla aldırdığı bereket fillerini rastgele koymuşuz üstüne. elim en büyük file uzanıyor, tüm sinirimi kusarcasına salonun tam ortasına fırlatıyorum.

fil, “etnik” desenli halının üstünde paramparça olup can vermişken, onun yüzündeki karışık ifadeyi görüyorum. beklemiyordu. ama şaşırmadı.

“bereketini sikeyim.”

tek bir söz çıkmıyor ağzından.

mutfağa gidiyorum. haplarım ekmekliğin üstünde duruyor. gördüğüm ilk bardağı çeşmeye tutuyorum.

sular kesilmiş.

öylece bırakıyorum lavaboya, bardak da paramparça oluyor. haplarımı kuru kuru yutuyorum.

lavabodaki kırıkları toplamıyorum. salondaki kırıkları da toplamayacağım.

onun yanına geri dönüyorum. filin cesedine saygımdan, üstüne basmamak için koltuğun arkasından dolaşıyorum. odaya girdiğim andan itibaren gözünü benden ayırmıyor. dikiliyorum başına, bu kadar yakınındayken, çok daha net gördüğümü fark ediyorum.

gözlüğümü takmayı unutmuşum.

“hadi.” diyorum elimi uzatıp. “gel sevişelim. unuturuz öyle.”

20 Ekim 2021 Çarşamba

s-o-s

birkaç gündür aklımı kurcalayan bir şey var. günlerimi zehir eden, gecelerimi çalan, daha yeni elime aldığım hayatımı zindana çeviren. doğrusunu söylemek gerekirse, ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. kanımca aylardır akıtamadığım göz yaşlarının almaya çalıştığı bir çeşit intikam bu, yahut bulunduğum vakte bağladığım onlarca umudun yardım çığlığı niteliğinde olmalı. bildiğim şu ki, pek iyi değilim.

hiç iyi değilim.

günlerdir takındığım maskenin eskidiğini; afili kıyafetlerimin, kendimi sunulabilir göstermek için harcadığım dakikaların miadını doldurduğunu hissedebiliyorum. kendimi uçurum kenarına kadar zorladığım bu yazma girişiminde bile kelimeleri aşağı yuvarlayıp o kayalığa çökmemem, ciğerlerim sökülürcesine ağlamamam için bir neden bulamıyorum. belki de yapmam gereken tam olarak odur, yahut değildir, bilemiyorum.

bilemiyorum, bilmiyorum, hiçbir şeyi, kendimi, çevremdekileri, amacımı, arzularımı, hayallerimi, sorumluluklarımı, kim olduğumu veya kim olmak gerektiğini. her zerremle nefret ettiğim bir belirsizliğin orta yerinde kaybolmuşum, ne ileri ne geri gidebiliyorum. bilmiyorum.

en kötüsü de, artık bir başıma yapabileceklerimin sınırına gelmiş olmam. bu vakitten sonra, bulunduğum çukurdan tırmanmamın tek bir yolu dahi yokmuş gibi geliyor. öyle bir çukur ki, kenarları doksan derece eğimli, tutunacak bir kaya parçası yok. dipsiz bir mezar sanırsın. bir merdiven lazım şimdi bana, halat bile kurtaramaz, ona sarılıp kendimi yukarı çekmeye mecalim yok.

bir kurtarıcı.

onu bekliyorum yıllardır. onu arıyorum. binaların arasında, telefonumun ekranında, bira şişesinin dibindeki köpük kalıntılarında, baktığım ve bulunduğum her yerde onu arıyorum. bul beni, çıkar şuradan. ne olursun, halim kalmadı. yardım çığlıkları atıyorum her cümlemle. henüz duyan olmadı. yahut duydular, fakat ulaşamadılar çukurun dibine.

olsun, diyorum bazı zamanlar. ben beklerim. mezara düşmüş olabilirim evet, yine de gömülmüyorum ya. kurtaran yok belki, kendim de çıkamıyorum elbet, olsun, en azından toprak atanım yok. kimse yok, mezarın başında ağıt yakan bile yok.

olsun.

sen tüm acizliğinle, çaresizliğinle, tüm süslü cümlelerin ve her ortamda paramparça ettiğin edebiyatınla yardım çığlıkları atmaya, latin alfabesiyle S-O-S yapmaya devam et. mutlak ki bir gün gelecek, çıkacaksın çukurdan.

çıkamazsan da gömülürsün, en azından yas tutanın, ağıt yakanın olur.

bu da bir şeydir.

19 Ekim 2021 Salı

ben'in üstüne toprak atamazlar

ölümden ödüm kopar, daha evvel
çoklarca kez öldüm oysa.
hatta biri dündü.
dün gece öldüm o bankta,
yaşlar akarken gözlerim 
soluktu, cam gibi, sanırsın tabuttan bakar;
henüz gömülmemiş.
dedim ya, çoklarca kez ölmüşümdür.
benliğimdeki "ben"ler kadar,
sararmış sayfalardaki laflar,
bozuk asfalttaki izmaritler kadar çok.
geceleri ölüp akşamüstlerinde dirilmişimdir.

lakin gömülmedim daha,
gömemezler,
çünkü ben biraz da
diri diri gömülmekten korkarım.
- ya ölmemişsem? 


13 Haziran 2021 Pazar

yalın - ız - lık

birkaç hafta önce yalnızlıkla ilgili bir yazı yazmaya çalıştım.

elbette birkaç cümle dökülüyor insanın parmaklarından. her yaşayanın yalnızlıkla ilgili fikri vardır. saniyelik bile olsa hepimiz, işin sonunda yalnızız. fakat yalın olma durumuyla alakalı mevcut sıkıntı şu ki, kendinden fazla bahsedilmesine izin vermiyor. bu vakte kadar söylenmiş, yazılmış o kadar yalnızlık tiradına karşın, kalem benim elime geçtiği zaman konuşamıyor. sanki tüm inadımı o yazıda bıraktım; kalemi parmak uçlarım aklaşıncaya dek sıktım, ömrüm boyunca ilk defa bu kadar düşündüm karalamak için; lakin bir harf görünmedi ufukta.

niçin bu durumla karşı karşıya geldim, ne yazık ki pek kanım yok. ne zaman ve nasıl bir tabu haline geldiğini hiç bilemiyorum. bildiğim ve emin olduğum tek olgu, ondan ölürcesine ürktüğüm. öyle ki kara göğün altında bir başıma yürürken bilincimi kontrol etmekten aciz oluyorum sanırsın, öyle ki kürek kemiklerimden kanatlar yaratılıyor ve ben bulutlara karışıyorum sanırsın. ruhumu bir hal sarıyor ki, ne fena, ah ne fena. kendi kendime kızıyorum.

yalınlık ve yalnızlık öyle olgular işte. kalemin ucunu açıp da tek harf yazamadığını düşünüyorsun; bir de baktım anlatmışım aslında. kelimelerin kaldırabildiğinden fazlasını yükleyemiyorsun kervana, devenin ölüsü bir fayda sağlamaz.

duvarların arasında da olsa, evren semasının altında da olsa yalnızsan yalnızsın. günün sonu hep aynı, hava karardığında yokuşu hep bir başına çıkmıyor musun?

yalnızlık beni delirtmedi mi? yalnız kaldıkça yazmıyor muyum? ah, ah, ah!

sorular da hep yalnız, hep yalnızken vurur zihnimi.

6 Nisan 2021 Salı

silkinme

eğer bir kaybeden gibi yaşarsan kaybedenleri çekersin.

kazanan gibi yaşarsan da kazananları.

birden bire, bunu fark ediyorum. yıllarca sorunu dışarıda aradım: yüzümde, gözümde, saçımda, tartıdaki sayımda, kıyafetlerimde, makyajımda, konumumda. oysa sorun içeride, çok içeride, zihnimin ve ruhumun tam ortasında, "ben"de gizli. pek çok "ben" taşıyorum, bazısı dost bazısı düşman, bazısı diri bazısı ölü, bazısı ben bazısı sen. bir seri katil var içlerinde, önümdeki ihtimalleri teker teker öldürüyor. 

dedektifi oynamanın zamanı geldi. 

aynaya baktığımda bir kaybeden görmüyorum. arkama baktığımda. masaldaki ekmek kırıntıları gibi ışıltılı madalyalar bırakmışım. kendi kendime yazıyorum, karanlıktan korkuyorsan iki seçeneğin vardır: göğe yükselip yıldızların arasına karışmak yahut yıldızları yere indirmek. önümdeki yolu, yıldız tozundan yapılma sokak lambaları ile aydınlatacağım.

ne sizden korkuyorum, senden, ondan; ne de "ben"den, yalnızlıktan. birilerine muhtaç büyüyoruz. birilerine muhtaç yaşıyoruz. birilerine muhtaç ölüyoruz. tüm bu muhtaçlıkların arasında sıkışıp kalmışım, donakalmış. 

niçin muhtaçsın peki, neyin arayışındasın?

düşündün mü hiç?

bir şeyi bütün varlığınla istersen mutlaka gerçekleşiyor. bir yıl sonra, beş yıl sonra, on yıl sonra. mutlaka sahip oluyorsun bir gün. lakin elde ettiğinde, bir zamanlar nasıl da yanıp tutuştuğunu çoktan unutmuş buluyorsun kendini; yıllar önce düşüncesi bile mutlu ederken şimdi yük görüyorsun. şanslıysan yalnızca hayatının akışında sıradan bir parça haline geliyor. anlamıyorsun, anlamazsın.

şu saniye elinde tuttuklarından kaçının farkındasın?

artık görmeye başlıyorum. sahip olduklarımı. gerçek değerimi, anlamımı, sunduklarımı. vücudumu terk edip kendime uzaktan, çok uzaktan bakmayı deniyorum. 

tüm arayışlarımı reddediyorum.

silkiniyorum üstümdeki ölü toprağını. taşıdığım ölü hikayeleri, duyguları, kaygıları, heyecanları. görüşümü kapatan toprak parçaları yere düştükçe yıldızlarla bakışıyorum: benim yıldızlarım.

seneler önce, saman kağıtlara yazdığım cümleler yankılanıyor zihnimde.

"biliyorum canavar, biliyorum ki oradasın ve her kelimem

 bana doğrultacağın bir başka silah taşıyor cebinde.

 bak ki korkmuyorum artık silahlarından;

 bak ki anladım, kendim yarattığım silahı yok edebilirim.

 bak ki buradayım canavar, bak ki gözünün içindeyim:

 bu zamanlar bak ki gideceksin."


29 Kasım 2020 Pazar

uzay-zamanda aynı nokta, bir çeşit kısır döngü

    arkasında bıraktığı yola baktı. çakıllarla, kozalaklarla, sarı çiçeklerle, plastik paketlerle, izmaritlerle, yırtılıp atılmış defter sayfalarıyla, kırık kalp parçalarıyla dolup taşan yola. yürümesi yüzyıllar sürmüştü sanki, oysa şimdi başlangıcı gözünün önündeydi. bir arpa boyu bile değil.

    uzun zamandır, ayak tabanları yere çivilenmiş şekilde, aynı noktada duruyordu. bir adım bile atamamıştı, üstelik olduğu yere büyük bir nefret besliyordu. bazen çiviler gevşer gibi olsa da ayağını kaldırmasına fırsat bırakmadan yine gömülüyordu, daha derine. sıcak güneşin altında delicesine üşüten bir hava, ilikleri donmuş, elleri terden yapış yapış. kalemi parmakları arasında tutamaz, her yerinde yaralar, her yeri acı.
     
    önünde uzanan yola çevirdi gözlerini bu kez. görüp algıladığı bir milim yok. uçsuz bir karanlık yalnızca, ışığın gölgesi yok. bir anda içi ürperir, korkup içine bakar.
     
    kalbi solmuş, ciğerleri ne ak ne kara, kaybolmuş. ruhunun gözleriyle buluştu birden. kıpkırmızı, irisleri küçücük kalmış ve sırılsıklam. "ben"lerini bulmaya çalışırken kendini kaybetmiş meğer. dışarıdan ayakta görünen bedeni içeride dizlerini kendine çekmiş, bir oraya bir buraya sallanıyor balon adamlar gibi.
     
    birden ağzını açtı, zifiri karanlık bir yaratık elini uzattı önce. sürüne sürüne dışarı çıktı, şekli şemali yok. uzun tırnaklarını yolcunun göz çukurlarına soktu. bağırıyor: kimsin.
 
kim olduğunu bilmeden, neyi yahut kimi istediğini bilebilir misin?
 
bağırıyor yaratık: kimsin. kimsin. bırak o izmariti, çekme şu dumanı, söyle. kimsin sen.
 
bilmiyorum.
kimsin.
  bilmiyorum.
   
    iyice batırıyor tırnaklarını. beyin kıvrımlarını karıştırıyor birbirine. ruh içeriden çığlıklar atıyor. yaratık, tabii ya, adı ank idi, bağırdı:
 
kimsin.
     
    yolcu yaralı elleriyle kalemi çıkardı cebinden, parmakları yanıyor. ank'ın kalbine o kalemi saplarken bir fısıltı:
 
benim işte.
kim olduğunu bilmeden, neyi yahut kimi istediğini bilemezsin.
     
    yaratık -ank- geri çekiliyor, tırnaklarını gözlerde bırakmış, bir damla kan akmıyor. kalemi söküp yolcunun cebine koyuyor gerisin geri.
 
kimsin. diyip dumana dönüşür, yolcunun ciğerlerine kaçar.
     
    ben aynı noktadayım. kabuslarımın, pişmanlıklarımın, treni kaçmış fırsatlarımın, geçmiş ve geçecek yıllarımın, aşklarımın, aşıklarımın, ölümlerimin, ölülerimin, yazdıklarımın ve yazılmışlarımın üstünde. ayak tabanlarım yere çivilenmiş duruyorum. ne ses var ne his. "ben"lerimi aramaktan mecal de yok. öylece duruyorum camdan bir kutunun içerisinde. tırnak batmış gözlerimden kan değil yaş akıyor, biriken suda boğulacağım az sonra. lakin yaşlar durmaz. su yükseldikçe üstünde dikildiğim her şeyi kendiyle birlikte yukarı çıkarıyor. burun deliklerimden içime çekiyorum kabuslarımı. ciğerlerimi yuva edinmiş ank afiyetle yiyor. gücünü toplayıp tekrar doğacak ağzımdan. bu döngü bitmez. aldığım her nefes onu besliyor zira.
     
    yolcu saçlarını çekiştiriyor boğulurken. suyun içinde çığlıkları duyuluyor. yavaş yavaş ruhunun da nefesi tükendi. bedeni cansızlaşırken parmak aralarından saç telleri sarkıyor.
     
    camı kırmak hiç aklına gelmedi.
    veya geldi, cesaret edemedi.
    veya etti, kollarını zincirlediler, bacaklarını.
    ne fark eder.
     
    gözümü açıyorum. aynı yerdeyim. cam kutunun içinde; kabuslarımın, pişmanlıklarımın, treni kaçmış fırsatlarımın, geçmiş ve geçecek yıllarımın, aşklarımın, aşıklarımın, ölümlerimin, ölülerimin, yazdıklarımın ve yazılmışlarımın üstünde. çiviler yerinde duruyor.
     
    yeni yaralar çıkmış vücudumda. ruhumun irisleri iyice küçülmüş. kızarmış.
    
    kusacak gibi oluyorum aniden. ank boğazımdan yukarı tırmanıyor. yeniden başlangıçtayım.    
    sar başa.
    bu döngü bitmez.
 
kim olduğunu bilmeden, neyi yahut kimi istediğini bilemezmişsin.
 
kimsin.

27 Ekim 2020 Salı

her şey bir illüzyon bu diyarda

 
gözlerini kapattığı vakit
kendini tanıdık bir yerde bulurdu.
dünya devrederdi sürekli

aynı hızda, aynı yörüngede;
cevaplar hep aynıydı.

            
bu diyar onların!
            sabahları uyanıp

            
geceleri başını yastığa gömenlerin diyarı!
göğe baksan hep aynı mavi,

yola düşsen hep aynı gri.
hep aynı caddede yürüyen

yalnızca biri ol, yüzlerce insanın içinde.
            her şey elbet geçer.

gözler sonsuza dek kapalı kalmaz lakin!
dikişler patladı mı bir gün,
tek damla yaş yahut tek bir bakışla;

açıldı mı, o vakit fena…
doymazsın,

doyuramazsın kendini:
            
memnuniyet bir rüya!

gözkapaklarının ardına kalır
tüm o aldatmalar.

gözbebeğine bir ışık yansır,
başka bir “sen”i görürsün,

işte o zaman…
gök mavi olmaz,

parçalanır yollar;
                
yaratma vaktidir hepsini baştan!
 

tam da o andaydı.
bulutlar altında bir gece yarısı,
dudakları aralandı.

            
masam hep dağınıktır benim,
            en az aklım kadar!

            boğuluyorum, boğuluyorum bu boşlukta.
bir çift göz vardı karşıda,

elini saran bir el,
kalbini saran bir kalp.

            bu sen değilsin
            ancak her kimse,

            yalnızca senin suçun

korkmuştu hep.
korkmuştu,
korkmuştu fırsatını yaratmaktan.

geçemezdi sınırları
-o sınırlar ki ezelden gelir-

fakat çizgiye basmıştı
bazı zamanlar.

ufku izlemişti
uzun uzun,

yalnızca bak...
            suçluyum.

            ben hiç cesur olmadım.
            belki,

                belki zamanıdır çizgiyi aşmanın!

öyle bir saniyeydi:
açıldı gözleri,
bir anda gördü.

attığı ilk adım,
oynadığı ilk oyun,

sürdüğü ilk bisiklet,
gördüğü ilk ölüm, sevdiği ilk ruh,

kırdığı ilk kalp.
doğumuyla başlamış bir film şeridi.

birden bir farkındalık belirdi
zihninin ortasında ve
kafatası çatladı acıdan:

                ben hiç yaşamadım!

26 Ekim 2020 Pazartesi

söz

sadece uzaktan cırcır böceklerini duyduğum bu gecede
kendimi,
hiç olmadığım kadar özgür ve özgün hissediyorum.

önümde uzanan yolların,
sahip olduğum potansiyelin olabildiğince farkındayım.
öyle ki bu farkındalık,
beni
ve diğer "ben"lerimi sonsuz kılıyor.

yüzümü seçemediğim karanlık aynaya bakarken
biliyorum:
istediğim kişi olabilirim.

kalbim attığı
ve ruhum bedenime bağlı kaldığı sürece
dünya
elime tutuşturulmuş bir defter;
kalem ise ellerim,
ayaklarım,
gözlerim,
kulaklarım,
ağzım, burnum
ve zihnim.

duyularımın sınırsızlığı kadar sınırsızım bu gece.
ömrümün kalan tüm geceleri
ve gündüzleri.
serin akşamüstlerinde arzularımla var oluyorum.
ve olacağım.
söz veriyorum tüm benliklerime:
                    sizleri yaşatacağım.


mavi


ses çok boğuk. içerideki korkunç gürültü, tuvaletin; alt yarısı parçalanmış, her milimi ahlaktan ve acımadan yoksun harflerle doldurulmuş, neredeyse kartondan yapılma kapısı sayesinde belli bir uzaklık -sanki başka bir gerçekliktenmiş gibi- kazandı. tam da istedikleri gibi. onlarca bedenin anlamsızca birbirine sürtündüğü, göründüğü gibi hisseden insanların görüldüğü, hissettiği gibi görünen insanların başlarından aşağı litrelerce içkinin boşaltıldığı, şeytanın dansından ayrı.

üzerindeki kir yüzünden artık işlev görmeyen aynaya bakıyorlar. mavi saçlarından aşağı damla damla bira düşüyor, ince uzun ve kalın köşeli yüzlerinden ivmelenerek aşağı kayıyor, en sonunda olgun memelerinin ve hafif kıllı göğsünün terli tenine değip yavaşça mavi tişörtlerini ıslatıyor. bunun dışında oldukça normal görünüyorlar. göründükleri gibi. içlerindeki devasa sıkıntı yüzlerine kesinlikle vurmuyor. aynadakiler, dans pistinde birbirine sürtünen bedenlerden ikisiydi; dans pistinden nefret ederler ve asla oraya çıkmadılar.

ölümcül bir can sıkıntısı. ikisi de ona yakalanmıştı. koskocaman, rahatsız edici, kafa karıştırıcı; insanın hareketini sınırlayan ama yine de hareket etmesi için zorlayan, hareket edemediğinde büyüklüğünü katlayan bir sıkıntı. asla çözümlenemeyen bir ruh hali. çaresi bulunamayan. peşlerini bırakmayan buydu. önünde uzun ve yapılı bir adamın dikildiği kapıdan girerken de, odanın köşesinde içtikleri votkanın etkisiyle kendi kendilerine dans ederken de, kafalarından aşağı yarım fıçı bira ziyan edilirken de tek bir şey hissetmemelerinin, tek bir şey düşünmemelerinin nedeni. o büyük sıkıntı. içlerini ve dışlarını sarmaşık gibi saran, gözlerini kapatan, ciğerlerini kıstıran, ayaklarına zincir vurup yaralı tabanlarını tuza basan. her şey ve hiçbir şey. çıkışı yok.

“çıkışı gösterebilirim.”

saniyelik devirle yanıp sönen loş ışığın altında, hiç de tanıdık olmayan bir yüz beliriyor. oldukça asimetrik, girintili çıkıntılı, yağlı, düzensiz kıllarla kaplı bir surat. çukurlarından dışarı fırlamış. damarlanmış göz. diğeri mosmor ve masmavi arasında, ışıktan olsa gerek.

“çıkışınızı verebilirim.” diyor. ifadesinde sıkıcı olmayan bir şeyler var. öylece yüze bakıyorlar, kendi yüzlerinin önüne düşen saçlarından bira damlıyor hala.

“sana diyorum. adın ne?” yine konuşuyor çirkin suratlı. kendilerini tek bir kelime söylemeye teşvik edebiliyorlar.

“mavi.”

patlak göz elini cebinden çıkarıyor. elinin cebinde olduğunu fark etmemişlerdi bile. diğer bir aynadaki elde iki tane daire var, mavi. dairesel, milimlik derinliği olan, küçücük dünyalar.

“çabuk.” kelimesi çıkıyor çirkin gözün çirkin ağzından. “çabuk. çabuk!”

telaş, onların aşina olduğu en son olgu. aynı şekilde düşünmek de. yavaşça, ikisi de, birer dünya alıyor çatlak elden. kendi çatlak dudaklarının arasından küçük dünyalar geçiriyorlar. diğer yüz geldiği gibi aniden gidiyor, yarım kapıyı arkasından sıkıca kapatıyor.

sonrası mavi, mavileşmiş, mavileşmekte olan ve olanların yarattığı mavilik.

sanki bir an. müzik yükseliyor mu. evet, kesinlikle yükseliyor. her bir vuruş. bas. yer titriyor. ayna karşıda. aynada iki kişi var. mavi. masmavi. saçlar ve gözler ve tişörtler. sıkıntı nerde. ölümcül, devasa sıkıntı. yok. sıkıntı nehre düştü. nehir dağa döküldü. dağda mavi bir dev varmış. dev dağı sırtına almış. ağır gelince bırakmış dağı dağ paramparça. sıkıntı nerde, yok. yok! mavi bir çıkış tabelası var tuvalette. parlıyor, sönüyor, parlıyor, sönüyor, sönük, sönük, bir daha parlıyor, yine sönüyor. ayna nerde. karşıda. aynada tek kişi var, ikisi de değil. mavi saç. kısa. dağınık kıllar suratında. olgun meme.ler. mavi tişört. bira lekesi. lekeleri. aynada mavi var. Mavi. adı mavi. aynada kimse yok; bir kişi var, ikisi de olmayan; şimdi ikisi birden var. ayna tertemiz. parlak. pasparlak. mavi çıkış tabelası gibi. aynada ikisinden biri. var. kız. şimdi erkek var. hayır kız. erkek. bir kız var aynada, saniye sonra erkek var. mavi. Mavi. tuvalette. ışık yanıyor. sönüyor. yanıyor. sönüyor. sıkıntı yok. sıkıntı gitti. devasa ölümcül can sıkıntısı. bu yeni. mavi. dairesel. milim derinlik.te. dünya. yeni dünya. aynadaki kız. erkek. kız. erkek. kız. erkek. ikisi de olmayan. yerde mermer. kirli. çamur. mermerin üstünde ayakkabı. bir çift. iki çift, bir topuklu çift bir spor çift. bir çift, teki topuklu teki spor. iki çift. tek çift. iki çift. tek. topuk kırıldı. mavi topuk kırıldı. aynadaki düşüyor. düştü. kız mavi düştü. erkek mavi düştü. ikisi de olmayan mavi düştü. tavanda lamba. yanıyor. sönüyor. yanıyor. sönüyor. sönük. sönük. yanıyor. mavi yerde. maviler yerde. mavi. mavi. mavi. mavi. mav. ma. m.

dudaklar mavi. masmavi.

1.1 #beşebeş

  mayıs 2025 - 1                                                Altıncı hissimin kuvvetli olduğuna hep inandım. Fakat bunu kime söyle...